Fiyat
:
2.000,00 TL
İndirimli Fiyat
:
1.200,00 TL
%40indirimli
Paylaş:
  • Ürün Özellikleri
  • Ödeme Seçenekleri
  • Yorumlar (0)
  • Tavsiye Et
  • Resimler
  • Risâle-i Nur Külliyatından Mektûbat

    Sert Kapak
    Şamua Sarı 50gr
    984 Sayfa
    16.5x24
    ISBN: 978-625-7091-19-0

    Basım Tarihi: Ağustos 2025

    Eseri yayına hazırlayan Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ'den:

    MUKADDİME


    Bedîüzzaman büyük bir İslam âlimi ve bu asrın müceddididir. Bedîüzzaman, bir âlim olarak İslam dünyasında ve Türkiye dışında tüm dünyada takdir edilmesine rağmen, Türkiye’de özellikle âlimler arasında yeterince tanınmamaktadır. Bu durum büyük ölçüde menfî propagandanın bir sonucudur. Bir zamanlar İlahiyat fakültelerinde öğretim üyelerinin doçentliğe veya profesörlüğe yükselmeleri için Bedîüzzaman ve 6.000 sayfalık eseri Risâle-i Nur aleyhinde bir makale yazmaları veya ders vermeleri şartı konulmuştu. Bunu yaşayan hocalarımız anlatıyorlar. Eserlerinin çoğu başta Arapça ve İngilizce olmak üzere Almanca ve Urduca dahil %50’nin üzerinde dile çevrilmiş, Avrupa ve İslam dünyasında hakkında doktora tezleri yazılmış bir dehanın Türk ilim çevrelerinde yabancı kalması elbette üzücüdür.


    Bedîüzzaman, 26 ilimde 90 temel kitabı ezberlemiş ve 6000 sayfalık Risâle-i Nûr Külliyâtı’nda İslâmî ilimlerin yanı sıra mantıkî ve aklî ilimler alanındaki bütün terimleri alfabe gibi kullanmıştır. Bu sebeple bu kitapta açıklanan terimleri bilmeden, hem orijinal Türkçe metinleri hem de onlardan yapılan tercümeleri tam olarak anlamak mümkün değildir. Nitekim bu terimler bilinmeden, yapılan tüm çevirilerde hatalar yapıldığını görmekteyiz.


    Bedîüzzaman’ın kelâm alanında bir müceddid, çağdaşları arasında seçkin bir Kur’an müfessiri, binlerce hadîsi senetleriyle birlikte bilen bir hadîs âlimi (muhaddis), kısacası bütün emsallerinden üstün bir İslam âlimi olduğu konusunda dost da düşman da hemfikirdir. İslâmî ilimlerin temelini oluşturan Mirkat gibi çeşitli doksan adet eseri, fıkıh ilkeleri üzerine analitik bir eseri, Teftazânî’nin Makâsıd adlı kelâm üzerine müstesna bir eserini ve Süllem adlı mantık ilminin bir özetini ezberlemiş olması onun ilminin bilinen yönlerindendir. Bunların her birini üç ayda bir kendi kendine dua eder gibi ezbere tekrarladığı bilinmektedir. Ayrıca en iyi Arapça lügatlerden biri olan Kamusü’l-Muhît’i Sin harfine kadar ezberlemiştir. Bu edinilmiş bilgiye, Allah vergisi olan muhâkeme gücü, zekâsı ve doğuştan gelen diğer yetenekleri de eklendiğinde, çağdaşları tarafından ‘Çağın Harikası’ anlamına gelen Bedîüzzaman olarak tanınmaması için hiçbir neden kalmamıştır.
    Bedîüzzaman’ı diğer İslam âlimlerinden ayıran en önemli özellik, asırlardır İslam âlimleri arasında ihtilaf konusu olan ve bu asrın insanının anlayışına uygun bir çözüm yöntemi bulunamayan inanç meselelerini açıklamış olmasıdır. Buna bir de bilim ve teknoloji çağı olan bu asrın bazı felsefi sorularını eklerseniz, Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine ve Bedîüzzaman gibi bir âlime ne kadar ihtiyaç olduğunu daha iyi anlarsınız.


    Burada bir şeyi ifade etmek istiyorum. Bu asrın seçkin âlim ve müfessirlerinden Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserini inceledim. O büyük âlimin bütün ilmî birikimine ve entelektüel kavrayışına rağmen yirmi bir meselede son sözü söyleyemediğini, söylese bile ancak İslâmî ilimlerde belli bir seviyeye gelmiş olanlar tarafından anlaşılabileceğini gördüm. Burada sadece bu soruların insanın ruhunun mahiyeti ve ispatı, İlâhî takdir veya kader meselesi, ölülerin dirilişinin ispatı, Peygamber’in miracının ruh ile mi yoksa beden ile mi olduğu meselesi, Allah’ın varlığının ispatı ve inançla ilgili diğer meseleler olduğunu hatırlatmakla yetineceğim.


    Ancak Bedîüzzaman, Onuncu Söz adını verdiği eserinde öldükten sonra dirilme meselesini öyle bir izah ve ispat etmiştir ki, İbn-i Sina gibi bir dehanın “Haşir akli ölçülerle iman edilecek bir mesele değildir; bize öğretildiği gibi iman ederiz” demesine rağmen, Bedîüzzaman bu nimeti anlatmak için şöyle demiştir “Bu eserimi yakından ve dikkatle inceleyin, eğer diriliş meselesini iki kere ikinin dört ettiği kadar net anlamazsanız, gelin parmağınızı gözüme sokun!” - Okuyucunun vicdanının bozulmaması şartıyla.
    Onun zikredilmesi gereken önemli başarılarından biri de geçmiş kelâm âlimlerinden sadece en büyüklerinin çözmeye çalıştığı, belli şahıslara hitaben ve müstakil eserler halinde, meselâ Sa’deddin Taftazanî’nin Telvihat başlığı altında kırk küsur sayfada izah ettiği kader veya alın yazısı olarak da bilinen İlâhî takdir ve hür irade meselesini izah etmesidir. Bedîüzzaman ise beş-on sayfada ve herkesin anlayabileceği bir şekilde izah etmiştir. Hatta bir zamanların Pakistan Eğitim Bakanı Ali Ekber Şah, Türkiye ziyaretinden sonra gittiği Mısır’da yayınlanan Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir makalesinde, kırk yıldır İslam dünyasını dolaşıp da çözümünü bulamadığı Kader ile ilgili bir meseleyi Bedîüzzaman’ın kırk dakikalık bir sohbet esnasında çözdüğünü yazmıştır.


    Özellikle tek gayesi materyalizm olan ateist akımlar karşısında, İlâhî varlık ve birliğe dair Kur’an ayetlerini, çağın anlayışına uygun bir şekilde ve sıra dışı bir üslupla açıklaması ve vicdanları bozulmuş olanlar hariç, her akıl sahibine Allah’ın varlığını ispat etmesi, zikredilmesi gereken diğer örneklerdir. Bedîüzzaman, Otuzuncu Söz’de kâinatın varlığını tabiata ve sebeplere bağlayan zihniyeti yıkmış, dine muhâlif felsefeyi susturmuş, Yirmi İkinci Söz’de ise gerçek tevhîd inancının esaslarını bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Geçenlerde, Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinden istifade etmemekte ısrar eden âlimlerimizin acınacak halini, bir ansiklopedinin ‘Allah’ başlığında, bu âlimlerden birinin, Bedîüzzaman’ın parlak izahlarından habersizmiş gibi, ‘Allah’ başlığını, Hicrî 5. asırdaki müminlere hitap eden başka âlimlerden alarak yazdığını görünce gözümün önünde hakikat canlandı. Bir üniversite öğrencisi bana bunu gösterdi ve şöyle dedi: “Böyle bir ansiklopedide Allah inancı modern insan düşünülerek yazılamaz mıydı?” Umarım Bedîüzzaman bugünkü nesle yabancı kalmaz.


    Burada misal olarak zikrettiğimiz üç meseleye, Peygamberimizin miracının mahiyetini ve delillerini, arş-ı a’zam, kâb-ı kavseyn gibi İslâmî ıstılahların hakikî ve aklî ma’nâlarını, Kur’ân’ın mu’cize olduğunun delillerini, meleklerin ve ruhlar âleminin delillerini, hülâsa bu asırda münakaşa ve itiraz mevzuu olan iman ve İslâm hakikatlerine dair her türlü izahatı ilâve edebilirsiniz. Burada söylenenleri ispat etmek istiyorsanız, 6.000 sayfalık Risâle-i Nur’u kendiniz çalışabilirsiniz!


    Risâle-i Nur Nedir? Mektûbât Kitabı Nedir?


    Kur’an’ın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbât eden Risâle-i Nur Külliyâtı, her insan için en mühim mes’ele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûb ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.
    Bir diğer ifadeyle, Kur’an’daki temel unsurlar ve Kur’an’ın takib ettiği maksadlar, tevhîd, nübüvvet, haşir, adâlet ile ibadet olmak üzere dörttür. Yani benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücûd ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celb etti. “Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvâllerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti yani bugünkü tabiriyle felsefeyi karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:


    Hikmetin “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?” şeklinde özetlenecek sorularına, benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev’-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:


    Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâyı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla sa’âdet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o sa’âdet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s’ül-malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risâlet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risâlet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku! Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın verdiği şu cevablar, Kur’an’dan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden; Kur’an’ın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksadda temerküz ettiği anlaşılıyor.


    Yirminci asrın Kur’an Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak ma’nevîyatı câmi’ ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbât ve ilân etmektedir.


    Risâle-i Nur, nasıl bir tefsirdir?


    Tefsir iki kısımdır. Birinci kısım tefsir: Ma’lûm tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbât ederler. Bunlara lafzî tefsirler denir. Bu çeşit tefsirler de iki kısımdır: Birincisi, Rivâyet Tefsirleridir ki, Kur’anı izah ve tefsir ederken, yine Kur’an âyetlerine, Resûlüllah’ın sünnetine veyahut Sahâbe ve Tabiînin sözlerine ve eserlerine dayanan tefsirlerdir. Bunlara örnek olarak İbn-i Cerir Taberî’nin ((d. M.838/H.224, - ö. M.923/H.310), Cami’ul Beyân an Tevil’il Kur’ân adlı tefsiri ile İbn-i Kesir’in (d. 1301- ö. 1373) Tefsir’ul Kur’an’il-Azim adlı eserleri zikredilebilir. İkincisi ise, Dirâyet tefsirleridir ki, sadece rivâyete değil, dirâyet ve muhâkemeye, akıl ile hüküm çıkararak Kur’an âyetlerini izah etmeye dayanır. Bu gruba misal olarak ise, Zemahşerî’nin (1074-1144) Keşşâf adlı Tefsiri ile Fahreddin Râzî’nin (d. 6 Şubat 1149 - ö. 29 Mart 1210) Tefsîr-i Kebîr isimli dev külliyâtıdır.


    İkinci kısım tefsir ise: Kur’an’ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbât ve izah etmektir. Bunlara manevî tefsirler de denir. İmam Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddin adlı eseri ile İmam Rabbânî’nin Mektûbât’ı bu grupta yer alabilir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Ancak bu çeşit tefsirlerin en muhteşem misali Risâle-i Nur Külliyâtıdır ki, Sözler adlı eser, bu külliyâtın dört temel rüknünün birincisidir. Bu manevî tefsir; “Sözler”, “Mektûbat”, “Lem’alar”, “Şu’alar” diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekûnu 130 Risâledir.
    Zahirî ve lafzî tefsirler, iman ve Kur’an’ın yüce hakikatlarını bazan mücmel bir tarzda derç ediyorlar; fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda mu’annid feylesofları da susturan bir manevî tefsirdir. Risâle-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’an’ın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyâttır.


    Bedîüzzaman’a göre Yüce Allah’ın iki kitabı mevcuttur: Birincisi, Kâinat Kitabıdır ki, Allah’ın tekvin ve kudret sıfatının tecellisidir ve bu kitabın hükümlerine yani kâinatta carî olan kanunların mecmuuna Şerî’at-ı Tekvîniye denir ve yanlış olarak ehl-i inkâr tarafından tabiat kanunları diye ifade edilir. İkincisi ise, Kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerîm’dir ve bu ikinci kitap birinci kitabın gerçek tefsiri mahiyetindedir. Yani Kur’an Kâinat Kitabının tercümanıdır. İşte bu sebepledir ki, Allah’ın iki kitabı arasında muhâlefet olamaz. Kâinat kitabını insan aklı ve vahye dayanarak tefsir eden bütün ilimler, Kur’an ile tezad teşkil edemezler. Sözler adlı eser, bu hakikatı Kur’an’dan misaller zikrederek isbât eylemektedir.
    Bedîüzzaman’a göre, akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. Yine Bedîüzzaman’a göre, Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret sa’âdetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-i müsâdemet ve muhâlefettir. Ona göre, köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Zira İslâmiyet, fünûnun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-ı hakikiyenin reis ve pederidir.[2] Bu sebepledir ki, Bedîüzzaman 25. Sözde, bir kısım ehl-i ilim yahut bazı gayr-ı Müslimler tarafından itiraz edilmiş âyetleri ele alarak, onların içinde akla ve ilme muhâlif bir harfin dahi bulunmadığını ve hatta itiraz edilen âyetlerin tam aksine ilmî ve kevnî mu’cizelerle dolu olduğunu ortaya koymuştur.

    Bedîüzzaman’ın Mektûbât’ı


    Böylece, iktidar sahiplerinin sekülerleşme adı altında İslâm’ı ve İslâmî kültürü fiilen ortadan kaldırmaya ve bunların yerine Batı kökenli dinsizliği ve materyalist felsefeyi ikame etmeye çalıştıkları o baskı döneminde, Bedîüzzaman eşsiz ilmi, olağanüstü berrak vizyonu ve öngörüsü, cesareti ve eserleriyle insanlar için bir umut ve güç noktası haline geldi. Barla’daki olumsuz şartlar ve kendisini tecrit etme çabalarına rağmen, -kendisini bir Üstâd olarak tanımladığı için böyle adlandırdığı için- Talebelerinin ilgisini çekmeye başladı. O karanlık dönemde bu “îmân nurları” kendilerini celb eden talebeleri, zulme ve baskıya gönüllü olarak katlandılar ve Nurları yazıp neşrederek ona yardımcı oldular. Yazma ve neşir, Risâle-i Nûr’un bir başka benzersiz özelliğiydi; Bedîüzzaman, kâtip olarak hareket eden talebelerine hızlı bir şekilde yazdırırdı. Başvurabileceği hiçbir kitabı yoktu ve dini eserlerin yazılması da elbetteki yasaktı. Bu nedenle hepsi dağlarda ve kırsalda yazılmıştır. Risâlelerin veya mektupların el yazısı kopyaları daha sonra orijinallerinden çıkarılır ve bunlar Nur talebelerine iletilir ve evlerinde gizlice çoğaltılırdı. Bu nüshalar köyden köye, sonra da kasabadan kasabaya dolaştırılır, yolda daha fazla nüsha üretilir ve sonunda tüm Türkiye’ye yayılırdı.


    Seyahat kolay değildi ve Bedîüzzaman Barla dışındaki kasaba ve köylerde yaşayan talebeleriyle mektup yoluyla iletişim kurdu. Büyük ölçüde onların sorularına cevap niteliğinde olan mektuplar, Risâle-i Nûr ve onun yolu ışığında ve zamanın dalâleti karşısında açıklanan birçok itikadî ve İslâmî meselede önemli bir rehberlik sunmaktadır. Gerçekten de bu eserler bugün Müslümanlar için birçok konuda önemli bir kaynak ve otorite teşkil etmektedir.


    Bazı öğrencileri daha önce tasavvufî tarîkatlara intisap etmiş olduklarından, Risâle-i Nûr’un metodu onlara Bedîüzzaman bazen tasavvufî yolla karşılaştırmalar yaparak anlatır. Risâle-i Nûr’un öncelikli amacı imanın kurtarılması ve güçlendirilmesidir. Hem aklı hem de kalbi kullanan Bedîüzzaman, bunu tasavvuf demek olan tarîkattan ziyade “hakikat” ve Şerî’at olarak tanımlamıştır.


    Bu, ilahi birliğin gerçek tasdikini anlatan Kur’an’ın anayoludur; araştırma ve aklın kullanımı yoluyla kısa sürede elde edilen gerçek ve kesin inanç. Hakikate ve Allah’ın vahdetine giden doğrudan yol, “nübüvvet mirası” yoluyla Peygamber’in (s.a.v) ashabının yoludur.
    Mektuplardan bazıları, dine karşı olanlar tarafından hem İslâma hem de Bedîüzzaman’ın kendisine ilişkin olarak ileri sürülen eleştirilere ve yanlış beyanlara cevap vererek talebelere rehberlik ve teşvik sunmaktadır. Diğerleri ise bid’atlerin sokulması yoluyla İslâmı yozlaştırma planlarını ifşa etmektedir. Bunlar, Bedîüzzaman’ın bir yandan din düşmanları karşısında nasıl kesinlikle tavizsiz olduğunu, diğer yandan da İslâm içindeki çatışma ve ihtilaf noktalarını karara bağlarken nasıl tam bir adâlet ve i’tidal sergilediğini gösterir. Bütün bunlar, onun birçok konudaki derin bilgisinin yanı sıra mantığa dayalı üslubunun açıklığını ve gücünü göstermektedir.


    Bedîüzzaman Risâle-i Nûr’u kendisine atfetmemiş, onu ihtiyaçtan dolayı bahşedilmiş ilâhî bir lütuf olarak görmüş ve kendisi de buna vesile olmuştur. Bazı mektuplarında, hem yazılarının hem de hizmetlerinin kabul edilebilirliğinin bir işareti olduğu için, zamanın son derece zor şartlarında onları cesaretlendirmek amacıyla, öğrencilerine bu “Kur’an hizmetine ait ilahi inayet lütufları” anlatmakta haklı olduğunu hissettiğini yazar.


    Bu ilahi inayet lütufları talebelerine anlatırken, onlara Risâle-i Nûr’un Kur’ânî yolunun önemini ve İslâm’ın temellerinin tehdit altında olduğu o dönemde imanı kurtarma ve güçlendirme hizmetini vurguluyordu. Kendi iradeleri ve bilgileri dışında bir şekilde istihdam edildiler, çalıştırıldılar. Nitekim Bedîüzzaman’ın sürgün edildiği yirmi beş yıl içinde bir avuç talebe binlere ulaşmış, Risâle-i Nûr hareketi ve onun iman ve Kur’ân hizmeti bütün engelleme çabalarına rağmen Türkiye’nin her tarafına yayılmıştır.


    Bedîüzzaman’ın Üçüncü Said olarak adlandırdığı dönem olan 1950’den sonra, özellikle gençler ve halkın Laik eğitim sisteminden geçmiş olanlar arasında Nur talebelerinin sayısında büyük bir artış oldu. Aynı zamanda Türkiye dışındaki Nur talebelerinin sayısı da arttı. Risâle-i Nûr’un, Kur’an mesajını günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde aktararak, o karanlık günlerde Türkiye’de İslâm inancının canlı tutulmasında ve daha sonra İslâm’ın yeniden ihyasında büyük bir rol oynadığını söylemek abartı olmaz. Bedîüzzaman gerçekten de “Kur’an’ın sönmeyen, söndürülemeyen bir Güneş olduğunu dünyaya ispat etmeye ve göstermeye” devam etmektedir.

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.